Hocam. Siz, Türkiye’de İslami dönem Yahuditarihi uzmanı olarak tanınmaktasınız. Bize Müslümanlarla Yahudilerin münasebetlerinden ana hatlarıyla bahseder misiniz?
Evet, dediğiniz gibi, ben, akademik hayatıma Yahudilerin İslami dönem tarihlerini araştırarak başladım. Halen araştırmalarım bu konuda yoğunlaşarak devam ediyor. Yahudiler, milattan önce ve sonra yaşadıkları sürgünlerle dünyanın değişik yerlerine dağıldılar. MÖ. 722’de Asur, MÖ. 586’da Babil, MS. 70 yılında da Romalılar tarafından sürgüne gönderildiler. 1948 yılında adını bir peygamberden (Yakub as.) alan devletlerini (İsrail) kuruncaya kadar bu sürgün devam etmiştir. Sürgün, Yahudilerin en temel düşüncelerinden biridir. Devletleri olmalarına rağmen Yahudilerin dünyadaki toplam nüfusu 17 milyon olup bunun 7 milyonu İsrail’de, kalanlar ise dünyanın değişik yerlerinde hala sürgünde (diyaspora) yaşamaktadır. Bunların 23 bini Türkiye’dedir.
Müslümanların Yahudilerle yoğun olarak karşılaşmaları Hulefa-yi Raşidin döneminde başlayan fetihlerle olmuştur. İran, Irak, Orta Asya, Suriye, Filistin ve Mısır, bu dönemlerde İslam hakimiyetine girmiştir. Tarihin garip bir cilvesidir ki, İslamiyet’in kolay yaşanır din olması ve evrensel prensipleri sayesinde bu topraklar bugün dahi, İsrail’in Filistinlilerden gasp ettikleri hariç, hâlâ Müslümanların elindedir. Yahudiler, işte bu fetihler sırasında İslam hakimiyetine girdiler. Müslümanların hoşgörüsü sebebiyle Hıristiyan taassubundan kurtulmak için Müslüman fatihleri mesihi coşku ile karşılamışlardır. Sadece İslam tarihi kaynaklarında değil, İbranice kaynaklarda da bu coşkuyu yansıtan pek çok örnek vardır. Eliyahu Kapsali ve Yosef Sambari gibi Orta Çağ Yahudi tarihçilerinin konu ile ilgili anlatımlarını yakında Türk okuyucusu ile buluşturacağım inşallah.
Peki hocam, İslam fetihlerinden Yahudiler nasıl etkilenmiştir?
İslam fetihleri Yahudilere yeni imkanlar getirmiştir. Talmud adı verilen ikinci, ancak uygulama açısından Yahudi dini yaşamında Tevrat’tan daha önceliğe sahip külliyat, Müslüman hakimiyetindeki bütün Yahudilerin başvuru kaynağı haline gelmiştir. Etki alanını genişletmiştir. Yahudiler, Atlas Okyanusu’ndan Orta Asya steplerine kadar, tek bir hakimiyet altındaki geniş topraklarda her türlü imkandan faydalandılar. Emevi, Abbasi, Fatımi, Memlük ve Osmanlı… Her vatandaş gibi bu devletlerde vergilerini (cizye) verdikleri ve isyan etmedikleri sürece, dinlerine uygun şekilde istedikleri gibi yaşadılar. 4-5 sene önce İsrail’de Galib el-Mücadele isimli Müslüman bir Arap milletvekili, pek de icra yönü olmayan bir bakanlığa getirildi. İsrail’de kıyamet koptu. “Yahudi devletinde Müslüman biri nasıl bakan olur” diye tepkiler yağdı. Oysa İslam dünyasında bu çok olağan karşılanmakta idi. Fatımi Devleti’nde vezirlerin çoğu ya Yahudi ya da Hıristiyan’dı. O sırada Avrupa’daki dindaşları ise Hıristiyan bağnazların zulmü altında inim inim inlemekte idiler. Onların kurtarıcıları da Müslümanlar olmuştur. İspanya ve Portekiz’den kaçanlar Kuzey Afrika, Mısır ve Türkiye’ye sığınmışlardır. Sürgün neslinin gözlemlerini kaleme alan Yahudi tarihçi Eliyahu Kapsali (1483-1555) Türkler için şu ifadeleri kullanır: “Tanrı Yahudilere merhamet eden Türkleri mukaddes kılsın! Türkler, kendileri gibi muhteşem sultanlara sahiptir.”
Fakat geçen sene İsrailli bazı politikacılar, Başbakanımızın Filistin meselesini gündeme getirdiği sırada Türkler için ağır ifadeler kullandılar.
Doğru. Ancak bu, bütün İsrailli politikacıların, özellikle de İsrail’de Sıfarad (İspanya) kökenli Yahudilerin paylaştığı bir kanaat değildir. Bahsettiğiniz olay 2010’nun başlarında İsrail Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon’un Türkler hakkında “Türkler bize ahlakı öğretecek son millettir” mealindeki demece götüren süreçte yaşandı. Ayalon’un ailesi Polonya göçmenidir. 1937’de İsrail’e göç (aliya) etmiştir. Genlerinde dışlanmışlık, nezaket kompleksi vardır. Demecini, Aşkenaz kökenli olmasından kaynaklanan bir hezeyan olarak değerlendirmek de mümkündür. Gerçi daha sonra özür dilemek zorunda kalmıştır. Ayalon’a, devletinin kurucusu ve aynı zamanda hemşehrisi (Polonyalı) Ben Gurion’un anısını hatırlatmak gerekir. Ben Gurion, 1910’larda Polonya’dan İstanbul’a gelirken, gemide tabiplik yapan bir Türk’ün kendisine şeker ikramından çok etkilenmiştir. Hıristiyanların bir Museviye ikram yapmadığı bir coğrafyada büyüyen Ben Gurion, hayatı boyunca bu olayı unutmamıştır. Yine kendisinin dikkatini, tarihçi Kapsali’nin, Türklerin zor zamanlardaki rolüne ve yüksek ahlakına işaret eden şu sözlerine çekmek isterim: “Tanrı’nın inayet ve merhameti olmasaydı; bizlere kucak açan Türk Sultanı (II.) Bayezid’i vesile kılarak bizleri kurtarmasaydı, Sodom ve Gomore halkı gibi hepimiz yok olacak [yeryüzünde] Yahudi namına bir şey kalmayacaktı…”.
Hocam, konuya dönersek… Orta Çağ’daki durum bu şekilde. Peki Peygamber Efendimiz zamanında Yahudilerle olan münasebetler nasıldı?
Hz. Muhammed, son peygamber. Esasen bu durum, Yahudilerdeki Mesih beklentisini de açıklar mahiyette. Ancak Yahudiler, Museviliği evrensel din olmaktan çıkarıp ırkî temele dayanan bir dünya görüşüne dönüştürdükleri için, Hz. Muhammed’i kabul etmediler. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiğinde şehir nüfusu 10 bin civarında idi. Bunun yarıdan fazlası (5-6 bin) Yahudi idi. O sırada Medine’de 20 civarında Yahudi kabilesi var. Bunlardan sadece 3’ü (Kaynuka, Nadir ve Kureyza) Babil sürgünü ile bu bölgeye gelmiş, köken itibariyle Yahudi olan kabile. Nadir ve Kureyza, Harun Peygamber’in soyundan. Yani Kohen. Hz. Muhammed’e problem çıkaranlar da zaten bu kabileler. Hz. Muhammed, İslam kaynaklarında “el-Kitab” olarak adlandırılan bir belge (Medine Vesikası) hazırladı. Belgedeki şartlara, gelişen süreçte Yahudiler de istekleriyle dahil oldular. Dünyaya hak ve hukuku yerleştirmek üzere gönderilen Hz. Muhammed’in Yahudilerle ilişkileri de bu hukuksal zeminde gerçekleşmiştir. Ancak “ben-merkezli” düşünen Yahudiler, imza koydukları bu hukuki şartları yine kendileri delmeye çalışmış; neticede gerilimli ilişkiler başlamıştır. Hz. Muhammed’in bir başka uygulaması da, bir Müslüman pazarı kurmasıdır. O süreye kadar Medine’de ekonomik hayata Yahudiler hakim. Yüksek ticaret vergileri ile bol kazanç sağlıyorlar. Müslüman pazarında ise vergiler sıfırlanınca, tüccarlar vergileri de kâr hanelerine yazmak için Müslüman pazarına gelmeye başlıyor. Burada meslekten tüccar olan başta Hz. Muhammed olmak üzere özellikle muhacir Müslümanların ticari başarısını da hatırlatmak gerekir. Dünya ekonomik pazarlarını avuçlarının içi gibi bilen bu insanlar karşısında, bölgesel ticaret yapan Yahudilerin pek şansı da yoktu zaten. Yahudilerin Hz. Muhammed’i hedef almalarının en önemli sebebi de kanaatimce budur. Bir de Hz. Muhammed, “ehl-i kitap” olmaları dolayısıyla Yahudiler karşısında o güne kadar sosyo-psikolojik kompleks yaşayan Arapları, kendilerine özgü davranış modelleri olan bir topluluğa (ümmet) dönüştürmüştür. İslam dünyasında “Hz. Muhammed’in sünneti” olarak yapılan çoğu uygulamanın arka planında “Yahudilere muhalefet” tavrı vardır.
Peki efendim Yahudiler niçin muhalefet etmişlerdir?
Gayet basit. Yukarıda da işaret edildiği üzere, siyasi ve sosyo-ekonomik sebepler yüzünden. Din adamlarının cemaat üzerinde asırlardır devam eden hegomanyası, Yahudilerin gerçekle buluşmasına engel olmuştur. Bunda özellikle kohenliklerinden kaynaklanan cemaat içi rant da etkili olmuştur. Hz. Muhammed Yahudileri ekonomik hayattan dışlamamıştır. Serbest ekonomik şartlarda düşük vergi, kaliteli üretim ve dürüstlüğe dayanan bir ticaret anlayışıyla liberal ortamda Yahudilerle rekabete girişmiştir. Bu sebeple günümüzde Müslümanların, zaman zaman nükseden Yahudi mallarını “boykot” yerine, Hz. Muhammed’in uygulamasında olduğu üzere “kaliteli mal, dürüst ticaret” prensibi ile hareket etmeleri daha uygun kanımca. Kaliteli mal üretmez, ticareti de özünü İslami esaslardan alan evrensel kurallara göre yapmazsanız, “boykot”lar işe yaramaz. Ticarette elbette rekabet olacak. Ancak bu, Hz. Muhammed’in yaptığı gibi, herkesin tâbi olduğu serbest rekabet ortamında olmalıdır. Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı çıkışlarının bir sebebi de evrensellikten yerelliğe evrilen din anlayışının ırkçı reaksiyonu. Yahudiler İsrailoğulları’ndan bir peygamber bekliyorlar. Oysa Hz. Muhammed, kardeşleri olan İsmailoğulları’ndan.
Bu durumda ilk dönem Yahudi kaynakları ile İslâm kaynaklarına Hz. Muhammed ile ilgili bilgiler nasıl yansımıştır?
Yahudilikteki mesihle ilgili tanım ve tasvirler, özellikle Tevrat’ın Arapçaya çevrilmesi ve Müslüman bilim adamlarının nüfuz etmeye başlamasıyla, Hz. Muhammed olarak yorumlanmıştır. Ama bunların hepsi yorum. İsabetli yorumlar da var. Ancak burada bir paradoks da mevcut. “Tevrat tahrif edilmiştir”, diyeceksiniz, ardından tahrif edilip edilmediğinden emin olmadığınız ifadeleri, Hz. Muhammed’in peygamberliğine yoracaksınız. Konu ile ilgili olarak literatürümüzde “delâil” ve “beşair” başlıklı müstakil ilim dalları doğmuştur. Bunun polemiğe dönük yüzü vardır. Yahudiler baştan beri Hz. Muhammed’e cephe aldılar. Hz. Muhammed’in çağdaşlarının konu ile ilgili tutumlarını biliyoruz; ancak o dönemde diğer bölgelerdekilerin tutumları hakkında bilgi mevcut değil. Yine İslam kaynaklarına yansıdığı kadarıyla Medine’ye mektupla soran veya bizzat gelip durumu araştıranlar olmuş. Mesela, Irak (Babil) Yahudilerinin cemaat liderinin (re’sü’l-calut) Medine’ye gelip Hz. Muhammed ile tartıştığına dair bilgiler mevcut. Ancak Yahudilerde din adamlarının, özellikle Orta Çağ’daki sultası, köklü gelenek ve diğerine (goy) prensipte düşmanlık esasları, Hz. Muhammed’e karşı ön yargı oluşturmuştur. Kabuğunu kıranların sayısı ise oldukça azdır.
Peki bu bağlamda Yahudilerin Hz. Muhammed’e bakışları?
Medine’deki bakışı, İslam kaynaklarından öğreniyoruz. Elbette muhalif; elbette düşmanca. Ancak bir sorun var. Biz maalesef o dönem Yahudilerinin tarihi kayıtlarına sahip değiliz. Ehl-i kitap bir toplumun kayıt bırakmaması, beni hep hayrete düşürmüştür. Bu noktada Hz. Muhammed’in dönüştürücü yönüne de dikkat çekmek istiyorum. Sözel (şifahi) geleneğin hakim olduğu bir toplumu, Orta Çağ’ın zifiri karanlığını bilim fenerleriyle aydınlatan bir ümmete dönüştürmesi.
Yahudilerin sonraki dönemlere ait kayıtlarına sahibiz. Bunların çoğu İbranice. Acizane, bunların bir kısmını ben Türk okuyucusu ile de buluşturdum.
Hangi kitabınız?
Sene başında (Ocak 2012) çıkan Yahudilere Göre Hz. Muhammed ve İslamiyet (İz yayıncılık: İstanbul) isimli çalışmam. Bu çalışmada Yahudi tarihçilerin Hz. Muhammed, İslam ve Ashab-ı Kiram’a bakışlarını, yanlışlarına da dikkat çekerek İbraniceden Türkçeye tercümelerini yaptım. Ben tarihçi olduğum için, ancak tarih kitaplarını esas aldım. İbranice öğrenecek idealist öğrencileri, Yahudilerin tefsir, kelâm ve diğer literatüründeki söz konusu konulara yaklaşımları, araştırma konusu olarak beklemektedir. Bu konuların da kaynak dilinden araştırılması gerekir.
Araştırdığınız literatürde Yahudilerin Hz. Muhammed’e bakışı nasıldır hocam?
Detayları kitaptan okunabilir; ancak kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Muhammed’le ilgili bilgiler İslâm kaynaklarındakilerden oldukça farklı. Neredeyse tamamı bilim-kurgu. Polemik amaçlı yer verilen bu bilgiler, din bağnazlığından doğan uydurma, iftira ya da içinde yaşadıkları Hıristiyan toplumda benzer dürtülerden hareketle oluşturulan asılsız iddialarla dolu.
Tarih kitaplarında Hz. Muhammed hakkında “sahtekâr”(!) veya “sözde peygamber”(!) anlamına gelen “pasul”; “koyun çobanı” anlamına gelen “ro’e tson”; “günahkârların sefih çobanı”(!) anlamına gelen “ro’e evili”; “mecnun”, “deli” ve “dengesiz”(!) anlamlarına gelen “meşuga”; “psikolojisi bozuk”, “dengesiz”(!) anlamlarına gelen “iş ha-ruah”; “lânetli”(!) anlamına gelen “arur”; “kötü”, “anlayışı kıt aptal”(!) anlamına gelen “ilem ha-raşa’” gibi terimler tercih edilmiştir. Elbette bütün bunlar Yahudi tarihçilerin din bağnazlığından kaynaklanan anlamsız sözleri. Hatta bu bağnazlıktan dolayı Hz. Muhammed’in ismi bile, İbranîcede Arap alfabesindeki harflerin neredeyse tamamını karşılayacak harflerin bulunmasına rağmen “Mahmit”, “Mahomat” veya “Mahomati” şeklinde çarpıtılarak yazılmıştır. Hz. Musa gibi vahye muhatap olan Hz. Muhammed’in aldığı aldığı vahiyle ilgili ilginç saçmalıklar da ileri sürülmüştür. Hz. Muhammed -haşa- kurnaz, entrikacı, halkın aklını çelmeyi iyi bilen sahtekâr, aldatıcı ve elinin ulaştığı her yere kötülüğü bulaşan biri (!) olarak takdim edilmiştir.
Peki İslamiyet hocam?
İslamiyet de pek farklı değildir Yahudi din adamlarının gözünde. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar, Yahudilere gönderilenler de dahil bütün peygamberlerin getirdiği ilahî emirlerin ortak adı “İslâm” olmasına rağmen, Yahudi tarih kitaplarında İslâmiyet Hz. Muhammed’e verilmiş yeni bir din olarak takdim edilmekten ziyade, kitabı -haşa- Hz. Muhammed’e yardım eden Yahudi hahamlar marifetiyle yazılan, Hz. Muhammed’in kafasından uydurmaya çalıştığı, ancak orijinal bir din de ortaya koyamadığı için, başta Yahudilik olmak üzere diğer din ve geleneklerdeki bir takım hükümleri değiştirip adına İslâm diyerek insanları kandırdığı şeklinde takdim edilmiştir.
Ashab-ı Kiram hakkındaki düşünceleri…?
Yahudi din adamları ashâbın Müslümanlar nezdindeki yüce değerinden dolayı, onları Hz. Muhammed’e boş yere inanan cahil ve avare insanlar(!) şeklinde tepeden inmeci bir bakış açısı ile değerlendirmişlerdir. Araştırdığım tarih kitaplarında müslümanların gönül dünyalarında taht kuran ve ümmetin en faziletlileri kabul edilen Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali hedef seçilmiştir. Bir de Yahudiliği bırakıp İslamiyet’i seçen Abdullah b. Selam. Bunlardan Hz. Ebû Bekir ve Ali Yahudi kökenli; Hz. Osman ve Abdullah b. Selâm ise güya “günah”, “yok edicilik” ve “hilekârlık”ta Hz. Muhammed’in suç ortağı olarak takdim edilmiştir. Hayal dünyası. Bilim-kurgu filmi gibi. Ama kasıtlı ve bilinçli ifadeler. Kitleleri yanıltma amaçlı, hakikatle buluşturmama çabası.
Bütün bunlar hakikaten çok ilginç yaklaşımlar ve de ilk defa duyduğumuz bilgiler?
Elbette ilginç. Yahudi din adamları bu asılsız rivayetlerle cemaatlerini, İslâm ve Hz. Muhammed hakkında yanlış bilgilendirmeleri yanında, dinler ve kültürler arasında muhtemel diyalog köprülerinin yıkılmasına da sebep olmuşlardır. Oysa o dönemde Müslüman alimler Tevrat, Talmud ve Yahudilerin o dönemlerde rağbet ettiği dinî kitapları bilimsel bakış açılarıyla harıl harıl araştırmakta idiler.
O takdirde bu kitapların bilimsel değerini tartışmak lazım.
Kitapların Hz. Muhammed ve İslamiyet dönemleri ile ilgili verdikleri bilgileri ihtiyatla karşılamak gerekir. Bizce yanlış, ancak kendilerince doğru zannettikleri tepki. Zaten hak verse, azınlık yaşayan, var olma mücadelesi veren bir toplumun varlık nedeni ortadan kalkacak. Yahudilik bu açıdan tepkisel bir din. Bu sebeple vahye dayalı pek çok ibadet unsuru bile din adamlarının müdahalesi ile -biz buna tahrif diyoruz- ilga edilmiştir.
Mesela, ne gibi?
En basit örneği secdedir. Evrensel bir kulluk göstergesi olan “secde”, miladın ilk asırlarında “Hıristiyan keşişler de secde yapıyor” denerek Yahudi ibadetinden çıkarılmıştır.
İlginç! Peki, günümüzde Yahudiler ibadetlerinde secde etmiyorlar mı?
Dua metinlerinde “secde” ifadesi var. Ancak bizim namazlarımızdaki “kıyam” (ayakta durma), Yahudilerde aynı anlamda “amida” olarak isimlendirilir. Bu sırada secde yerine Müslümanların “rükusu” gibi, secde yerine hafifçe eğilirler.
Kitapların bilimsel değerine dönersek?
Yahudi tarih kitaplarında Hz. Muhammed, İslâmiyet ve Ashâb’la ilgili uydurma bilgileri, tarihî rivayetlerin karşıt bir görüşü savunma adına nasıl tahrif edilebildiğinin dikkat çeken yazılı örnekleri şeklinde hülasa etmek mümkündür.
Çalışmalarınıza hem Müslümanların hem de Yahudilerin bakışını değerlendirir misiniz?
Türkiye’de ilginç bir tavır var. Ben çalışmalarımı İbranice ve Aramice çalışmalar da dahil, hem Yahudi hem de İslam kaynaklarından hareketle yazıyorum. Bilimsellikten zerre taviz vermiyorum. Ancak özellikle belli çevrelerin yarattığı yanlış Yahudi algısından olsa gerek, çalışmalarımız pek dikkat çekmedi veya çekilmedi. İnsanımız sloganik. Slogan içerikli, yaldızlı ifadeleri beğeniyor. Bu sebeple de bilimsel çalışmalara henüz iltifat edilmiyor. Hoş, benim de zaten “ön plana çıkayım, ön planda olayım” gibi bir derdim yok. Ama özellikle Yahudiler ve Yahudilikle ilgili çalışmaların bilimsel temele oturtulma zarureti unutulmamalı. Türkiye’de bu sürece evrim başladı. Biz de acizane yazılarımız ve rehberliğimizle bu sürece katkıda bulunmak istiyoruz.
Musevilerin çalışmalarıma tepkisine gelince… Çalışmalarım Türkçe olduğu için ancak İsrail’de Türkçe bilenlerin tepkisi hakkında bilgi verebilirim. Hayfa ve İbrani Üniversitesi’nde Türkçe bilen akademisyenler tarafından beğenildiğini biliyorum. İsrail’in İstanbul başkonsolosu Sayın Moshe Kamhi Bey’in “çalışmalarımdan çok etkilendiği” ifadesini nakledebilirim. Öte yandan İsrail’deki Türkiye kökenli Yahudilerden de gayet olumlu, hatta takdir edici tepkiler gelmiştir. Değişik vesilelerle bir araya geldiğimiz Türk Musevi cemaatinden dostlarımın da bu tür bilimsel çalışmalara daha fazla ihtiyaç bulunduğu şeklindeki temennilerini aktarabilirim.
Son olarak bir şey daha sormak istiyorum. Eskiden beri müsteşrıklar İslâm hakkında araştırma yapar, hüküm verir, kanaat belirtirler. Müslüman ilim ve fikir adamları ise hem kendi tarihleri hem de diğer dinlerle ilgili kanaat belirtme konusunda çekingen davranmaktadırlar? Sizce bunun sebebi nedir?
Bunun en önemli nedeni hakim olan kültürel emperyalizmdir. Sağda-solda dile getirilen Müslümanların özgüvenlerini kaybettirici, “bizden bir şey olmaz” düşüncesi. Bir sebep de “İslamcı” kesimin, bilerek ya da bilmeyerek yarattığı yanlış Yahudi algısı. Değişik vesilelerle İsrail’de bulundum. Araştırmalar yaptım. Meslektaşlarla konuştum ve tartıştım. Onlar da bizim gibi insanlar. Tek farkları planlı, projeli olmaları ve çalışma azimleri. Bizde genç yaşta profesör olan çoğu meslektaşımız, eleğini asar; ama o insanlar “beşikten mezara” sırrına vakıf olmuşlar gibi. Son zamanlarda imkanlarımız arttı. Himmetli, samimi, idealist ve dinamik öğrenciler bekliyoruz. Müsteşrıkların yanlı ve yanlış değerlendirmelerinin düzeltilmesi lazım. Günümüzün cihadıdır bu. Bunun için kaynak dillerini bilmek, metodolojik yaklaşım, idealizm ve çalışma azmi gerek. Zor işlerdir bunlar. Camiamız tribüne oynamayı seviyor. Asıl yapılması gerekenleri görmüyor ya da görmek istemiyor.
Kaynak dili bilmek önemli diyorsunuz?
Elbette. Mesela, İbranice kaynakları kullanmak Yahudilerin kendi tarihlerini kendi kaynaklarına göre yazmanın ötesinde, verdikleri bilgilerin farklı kaynaklarla karşılaştırılmasına, dolayısıyla da eleştiriye imkan veriyor. Çalışmalarınıza değer katıyor. Bu durum esasen diğer alan, kaynak ve kaynak dilleri için de genel-geçer bir kuraldır. Geçmişte, -Allah kendilerine rahmet etsin- alimlerimiz yapmış bunları. Ayrıca bunları çalışmalarınıza yansıtamazsanız, başarılı da olamazsınız.
Sürükleyici bir röportaj oldu. Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.
Esas ben teşekkür ederim. Faaliyet ve düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşma fırsatı verdiğiniz için. Faydalı olması dileklerimle…
Doç. Dr. Nuh Arslantaş
Kitap
Nuh Arslantaş, Yahudilere Göre Hz. Muhammed ve İslamiyet (İbranice Tarih Kitapları Açısından Bir İnceleme), İz Yayıncılık: İstanbul 2012.
İnsanlığa doğru yolu göstermek amacıyla görevlendirilen son peygamber Hz. Muhammed vahiyle kurulan İslâm dinini açıklamış, üstün örnek şahsiyeti ile ilk İslâm toplumunu oluşturmuştur. İslâmiyet’teki belirleyici rolü nedeniyle Hz. Muhammed’in hayatı ve getirdiği mesaj, her kesimden insan ve dünya görüşünün araştırmasına konu olmuştur.
Araştırmada İbranice tarih kitaplarının Hz. Muhammed, İslâmiyet ve Kur’ân ile O’nun (as.) tevhit davasına gönül veren Ashâb-ı Kirâm hakkında verdiği bilgiler değerlendirilmiş; Ek’te İbranice rivayetlerin Türkçe tercümeleri de verilmiştir.
Haber7